İletişimde Bilgiyi Saklamak: Obskürantizm ve Sosyal İlişkiler
Obskürantizm, hakikatin doğrudan veya dolaylı olarak topluma aktarılmasına bilinçli bir şekilde engel olunmasıdır. Genellikle toplumsal düzlemde ele alınan bu kavram, bireyler arasındaki ilişkilerde de kendini gösterebilir. Bu yazıda, obskürantizmi bireysel ilişkiler bağlamında ele alacağız.
Obskürantizm, hakikatin doğrudan veya dolaylı olarak topluma aktarılmasına bilinçli bir şekilde engel olunmasıdır. Genellikle toplumsal düzlemde ele alınan bu kavram, bireyler arasındaki ilişkilerde de kendini gösterebilir. Bu yazıda, obskürantizmi bireysel ilişkiler bağlamında ele alacağız.
Bireysel İletişimde Obskürantizm
İki insan arasındaki iletişimde, yalnızca bir tarafın sahip olduğu bir bilginin bilinçli olarak yanıltıcı veya belirsiz şekilde aktarılması, bireysel ilişkilerde obskürantizmin bir örneğidir. Bunu daha iyi anlamak için iki farklı birey tipi belirleyelim:
Y kişisi: Bir bilgiye sahiptir ancak bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bu bilgiyi tam olarak aktarmaktan kaçınır.
X kişisi: Hayatı olduğu gibi kabul eder, yaşadığı süreci değerli görür ve derin bağlar kurmaya açıktır.
İki insan arasındaki iletişimde, yalnızca bir tarafın sahip olduğu bir bilginin bilinçli olarak yanıltıcı veya belirsiz şekilde aktarılması, bireysel ilişkilerde obskürantizmin bir örneğidir. Bunu daha iyi anlamak için iki farklı birey tipi belirleyelim:
Y kişisi: Bir bilgiye sahiptir ancak bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bu bilgiyi tam olarak aktarmaktan kaçınır.
X kişisi: Hayatı olduğu gibi kabul eder, yaşadığı süreci değerli görür ve derin bağlar kurmaya açıktır.
Y Tipi İnsanlar ve Obskürantizm
Y kişileri, belirli bir yolu seçtiklerinde bu yolun ilerlememesi ihtimaline karşı alternatifler oluştururlar. Ancak bu durum, kurdukları ilişkileri yüzeysel tutmalarına neden olur. Çünkü asıl hedefleri, ileride başka bir yola geçtiklerinde geçmişte kurdukları bağları kolayca koparabilmektir.
Net ifadeler kullanmaktan kaçınmaları ve belirsizlik içinde hareket etmeleri, karşılarındaki insanın bilgiye doğrudan ulaşmasını zorlaştırır. Bu nedenle, bireysel ilişkilerde obskürantist bir yaklaşım sergilerler. Y kişileri, kurdukları ilişkilerin kopma ihtimalinden rahatsızlık duydukları için derin bağlar kurmaktan kaçınırlar.
Günlük yaşamlarında diyalogları daha yüzeysel ve dürtüsel olur. Genelde yaşadıkları durumu bilinçsiz bir şekilde yaşarlar veya bundan memnun olduklarını, ancak iç karmaşalarından ötürü doğru olanın bu olduğunu savunabilirler. Bunu kontrol etmek onlar için zordur, çünkü derinlemesine ilişkilerin kopması durumunda hissedecekleri acıyı baştan öngörerek, bu tür ilişkilerden uzak durmayı tercih ederler. Kötü bir son yaşamamak adına, baştan iyi olabilecek şeylerden kaçınma eğilimindedirler.
Y kişileri, belirli bir yolu seçtiklerinde bu yolun ilerlememesi ihtimaline karşı alternatifler oluştururlar. Ancak bu durum, kurdukları ilişkileri yüzeysel tutmalarına neden olur. Çünkü asıl hedefleri, ileride başka bir yola geçtiklerinde geçmişte kurdukları bağları kolayca koparabilmektir.
Net ifadeler kullanmaktan kaçınmaları ve belirsizlik içinde hareket etmeleri, karşılarındaki insanın bilgiye doğrudan ulaşmasını zorlaştırır. Bu nedenle, bireysel ilişkilerde obskürantist bir yaklaşım sergilerler. Y kişileri, kurdukları ilişkilerin kopma ihtimalinden rahatsızlık duydukları için derin bağlar kurmaktan kaçınırlar.
Günlük yaşamlarında diyalogları daha yüzeysel ve dürtüsel olur. Genelde yaşadıkları durumu bilinçsiz bir şekilde yaşarlar veya bundan memnun olduklarını, ancak iç karmaşalarından ötürü doğru olanın bu olduğunu savunabilirler. Bunu kontrol etmek onlar için zordur, çünkü derinlemesine ilişkilerin kopması durumunda hissedecekleri acıyı baştan öngörerek, bu tür ilişkilerden uzak durmayı tercih ederler. Kötü bir son yaşamamak adına, baştan iyi olabilecek şeylerden kaçınma eğilimindedirler.
X Tipi İnsanlar ve Derin İlişkiler
X kişileri ise, yollarının sonunda ne olursa olsun yaşadıkları süreci kıymetli bulan bireylerdir. Tanıştıkları insanlarla derin bağlar kurabilirler ve yollar ayrıldığında bu bağları koparmakta zorlanabilirler. Ancak bu zorluk, onları geçmişe bağlanmaya değil, yaşadıkları ilişkileri değerli kılmaya yönlendirir.
X kişileri, bağlarını koparmak yerine geçmiş ilişkilerini yaşamlarının bir parçası olarak görerek yollarını çizerler. Bu yaklaşım, onların daha sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmalarını sağlar.
X kişileri ise, yollarının sonunda ne olursa olsun yaşadıkları süreci kıymetli bulan bireylerdir. Tanıştıkları insanlarla derin bağlar kurabilirler ve yollar ayrıldığında bu bağları koparmakta zorlanabilirler. Ancak bu zorluk, onları geçmişe bağlanmaya değil, yaşadıkları ilişkileri değerli kılmaya yönlendirir.
X kişileri, bağlarını koparmak yerine geçmiş ilişkilerini yaşamlarının bir parçası olarak görerek yollarını çizerler. Bu yaklaşım, onların daha sağlıklı ve dengeli ilişkiler kurmalarını sağlar.
Sonuç
Zaman zaman her iki grupta da yer aldığımı fark ettim. Ancak zaman içinde X tipi bir birey olmanın hayatımı daha anlamlı ve mutlu kıldığını gördüm. Tabii ki bu süreç bir anda gerçekleşmedi. Yaşadığım tecrübeler ve kurduğum yüzeysel ilişkiler, bir noktadan sonra beni "Neden anlamaya çalışmıyorum?" ve "Neden anlatmaya çalışmıyorum?" sorularıyla yüzleştirdi.
Hayat, tecrübe edinilecek ancak bu tecrübeyi bir daha kullanamayacak kadar kısa yaşadığımız garip bir yer benim için.
Sa‘di-i Şirazi’nin şu sözüyle bunu desteklemek istiyorum:
"Bir ömür daha lazım, vefatımızdan sonra. Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik."
Hayatta her zaman bir Y ya da X olmak zorunda değiliz. Zaman zaman farklı roller üstlenebiliriz. Ancak önemli olan, hangi yolu seçersek seçelim, hem kendimize hem de ilişkide olduğumuz insanlara karşı dürüst ve açık olmayı başarabilmek. Çünkü bilgiye ulaşma sürecini zorlaştırmak, ilişkilerin doğasını da karmaşıklaştırır.
Zaman zaman her iki grupta da yer aldığımı fark ettim. Ancak zaman içinde X tipi bir birey olmanın hayatımı daha anlamlı ve mutlu kıldığını gördüm. Tabii ki bu süreç bir anda gerçekleşmedi. Yaşadığım tecrübeler ve kurduğum yüzeysel ilişkiler, bir noktadan sonra beni "Neden anlamaya çalışmıyorum?" ve "Neden anlatmaya çalışmıyorum?" sorularıyla yüzleştirdi.
Hayat, tecrübe edinilecek ancak bu tecrübeyi bir daha kullanamayacak kadar kısa yaşadığımız garip bir yer benim için.
Sa‘di-i Şirazi’nin şu sözüyle bunu desteklemek istiyorum:
"Bir ömür daha lazım, vefatımızdan sonra. Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik."
Hayatta her zaman bir Y ya da X olmak zorunda değiliz. Zaman zaman farklı roller üstlenebiliriz. Ancak önemli olan, hangi yolu seçersek seçelim, hem kendimize hem de ilişkide olduğumuz insanlara karşı dürüst ve açık olmayı başarabilmek. Çünkü bilgiye ulaşma sürecini zorlaştırmak, ilişkilerin doğasını da karmaşıklaştırır.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Toplum Mimarisi Üzerine
Uzun süredir üzerinde düşündüğüm ata modellerin hayatın yaşanış biçimine etkisini değerlendireceğim ve gözlemlerimi paylaşacağım. Bu yazı, toplumun bilgi aktarımı, dönüşümü ve kural koyucuların etkisi üzerine olacak.
1. Kısım: Duyulanlar ve Aktarılanlar
Aile yaşantımızın en önemli kısmı, henüz bilinçli fikirler geliştiremediğimiz çocukluk evresinde şekillenir. Bu dönemde öğrendiklerimiz büyük ölçüde gözlem ve bize aktarılan söylemlerden oluşur. Erken yaşlarda edindiğimiz bu bilgiler, hayatımızın geri kalanına doğrudan etki eder. Çocuk, çevresinden aldığı bilgi ve deneyimler doğrultusunda kişiliğini ve dünya görüşünü inşa eder.
2. Kısım: Aktarana Aktaranlar ve Toplumsal Dinamiğin Hızlanışı
Bize aktarılan bilgi ve gözlemler, aslında nesilden nesile süregelen bir aktarım zincirinin parçasıdır. Bir bireyin sahip olduğu düşünceler, büyük ölçüde önceki nesiller tarafından şekillendirilmiştir. Toplum sürekli değişim ve dönüşüm içerisindedir. Bu nedenle, aktarılan bilgiler zamanla küçük değişimlere uğrar ve nesiller arası optimum bilgi aktarımına dönüşür. Örneğin, üç kuşak önce aktarılan bir bilgi "X" şeklindeyken, günümüzde "XXY" biçimini alabilir. Eğer bilgi, değişim göstermeden aktarılıyorsa, muhafazakâr bir bilgi kategorisine girer. Bu durum, yaşayış biçiminin de zaman içinde değişime uğradığını ve bilginin durağan değil, dinamik bir yapı gösterdiğini kanıtlar.
3. Kısım: Atalar ve Kural Koyucular
Bu bölüm, konunun en önemli noktalarından biridir. Kural koyabilmek, bireysel değil, toplumsal bir bakış açısı gerektirir. Eşit seviyede düşünen bireyler birbirlerini yönetemezler; bu yüzden toplumun dışında duran ve onu yönlendirebilecek üst bir düşünce gereklidir.
Tarih boyunca, yanlış yönlendirmeler benimseyen toplumlar zaman içinde doğal seçilim yoluyla yok olmuştur. Günümüze ulaşan toplumlar, başarılı kural koyucuların yönlendirmeleri sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
Toplumlarda belirli aralıklarla yeni kural koyucular ortaya çıkar. Önceki nesillerden kalan ve artık işlevsiz hale gelen kuralları değiştirerek yerine kendi fikir ve düzenlerini getirirler. Bu da milyonlarca insanı barındıran toplumların, aslında yalnızca birkaç kişinin düşünce yapısına göre şekillendiğini gösterir.
4. Kısım: Uyumsuzlar ve Toplumsal Dinamikler
Toplum içinde bireylerin çoğunluğa uyum sağlaması beklenir. Ancak bazı bireyler, toplumsal normlarla çatışma yaşayarak kendilerini "uyumsuz" olarak hissederler. Bu uyumsuzluk, bazen bireyin toplumdan dışlanmasına, bazen de bireyin kendisini toplumdan çekmesine yol açabilir. Uyumsuz bireyler, toplumsal düzenin dayattığı kalıplarla kendi kimlikleri arasında sıkışıp kalırlar.
Bu bölümde, uyumsuz bireylerin yaşadığı kimlik çatışmalarını ve toplumsal normlarla ilişkilerini sosyolojik teoriler ışığında ele alacağız.
1. Anomi Teorisi ve Toplumsal Yabancılaşma (Émile Durkheim & Karl Marx)
Émile Durkheim, İntihar (1897) adlı çalışmasında, bireylerin toplumsal normlarla bağlarının zayıflaması veya tamamen kopması durumunda yaşadığı çöküşü "anomi" olarak tanımlar. Anomi durumunda birey, topluma yabancılaşır ve bir aidiyet hissedemez. Uyumsuz bireyler, özellikle toplumun hızla değiştiği dönemlerde (modernleşme, dijitalleşme, ekonomik krizler vb.) anomiye daha yatkındır.
Karl Marx ise, kapitalist sistemin bireyleri ürettikleri işten, emeklerinden ve hatta kendi benliklerinden kopardığını savunur. Marx’a göre, birey emeğine yabancılaştıkça, kendisini toplumsal yapının içinde konumlandırmakta zorlanır ve uyumsuzluk hisseder. Bu durum, özellikle günümüzün çalışma sistemlerinde, kurumsal hayata adapte olamayan bireylerde görülebilir.
2. Etiketleme Teorisi: Toplumun Uyumsuz Bireyleri Tanımlaması (Howard Becker)
Howard Becker, Hariciler (1963) adlı çalışmasında, toplumun belirli bireylere "sapkın" veya "uyumsuz" etiketleri yapıştırarak onları dışladığını savunur. Bu süreç, bireyin kendisini toplumun dışında hissetmesine ve gerçekten uyumsuz bir kimliğe bürünmesine neden olabilir. Örneğin, toplumun belli normlarına uymayan bireyler (farklı cinsel yönelimlere sahip olanlar, farklı düşünce sistemlerine inananlar vb.), etiketlenerek sistemin dışına itilebilirler.
3. Postmodern Toplumda Uyumsuzluk (Michel Foucault & Jean Baudrillard)
Michel Foucault, iktidar ve disiplin mekanizmalarının bireyleri nasıl şekillendirdiğini inceler. Bireyler, sistemin belirlediği normlara uymak zorunda hissedilir ve bu baskıdan kaçamayanlar uyumsuzluk hisseder. Özellikle modern toplumlarda, bireylerin üzerindeki görünmez denetim (panoptikon sistemi) onları daha kaygılı ve uyumsuz hale getirebilir.
Jean Baudrillard ise, postmodern toplumlarda bireylerin simülasyon dünyasında yaşadığını savunur. Bireyler, gerçeklikten koparak tüketim kültürü içinde kaybolurlar. Toplumun sunduğu yapay gerçeklik, bireylerin kimliklerini oluşturmasını zorlaştırır ve uyumsuzluğu artırır.
4. Uyumsuzluk ve Ruh Sağlığı
Uyumsuz bireyler, çoğu zaman toplumsal normlarla kendi değerleri arasında sıkışır. Bu sıkışmışlık hali, bireylerde depresyon, anksiyete ve obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) gibi psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olabilir. Çünkü:
Topluma ayak mı uydurmalıyım?
Toplumu mu değiştirmeliyim?
Kendi benliğimi mi değiştirmeliyim?
Bu üç temel soruya net bir yanıt bulamayan bireyler, içsel çatışmalar yaşar ve toplumdan uzaklaşma eğilimi gösterebilirler.
Sonuç: Uyumsuzluk Bir Sorun mu, Yoksa Bir Güç mü?
Toplum içinde uyumsuz bireyler genellikle sorun olarak görülse de, tarihsel süreçte birçok büyük değişimin ve dönüşümün uyumsuz bireyler tarafından gerçekleştirildiğini unutmamak gerekir. Topluma ayak uyduramayan, sorgulayan, eleştiren ve yeni düşünceler üreten bireyler, zamanla yeni normların ve paradigmaların oluşmasını sağlarlar.
Durkheim’in anomi teorisinden, Marx’ın yabancılaşma kuramına kadar birçok teori, uyumsuz bireylerin toplumsal yapının önemli bir parçası olduğunu gösterir. Önemli olan, bireylerin uyumsuzluklarını nasıl yöneteceklerini ve bu durumu nasıl anlamlandıracaklarını keşfetmeleridir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Acı duygusunun olgusallığı üzerine
yazacağım bu deneme, hayat tecrübelerimin, çıkarımlarımın vegözlemlerimin nihai sonucudur.
Bir insan acı çekerek gelişebilir mi? Sorusunun cevabı kesinlikle evet olacaktır. Çünkü olmak istediğim kişiye varma noktasında acının bir yakıt olduğunu fark ettiğimde henüz üniversite çağındaydım. Yalnızlığın, aile özleminin, çocukluk arkadaşlarımın geride kalması dönemsel olarak inanılmaz bir melankoli haline bürünmem ve ilk şiirlerimi, deneme yazılarımı yazmaya başladığım dönemin örtüşmesi, ilerleyen süreçte fark edeceğim bir şeydi. Üniversiteden sonra şehir değiştirip İstanbul’a taşındıktan sonra hayatımın ciddi bir kısmını paylaştığım, birçok konuda ilklerimi yaşadığım insan ile yollarımızın ayrılması, üniversite dönemindeki gibi melankolik bir ruh haline bürünmem ve artık 8-5 çalıştığım için üzerimdeki sorumluluk ve henüz yeni başladığım işin ilerlemesi konusu benim için ciddi bir sıkıntıydı. Bir süre, "Acaba ben bu işi yapamıyor muyum? Yeteneksiz miyim, sanırım başaramayacağım" düşünceleri ve bu yol ayrımı eş zamanlı olarak ilerledi. Kederli ve kayıp hissediyordum. Yol ayrımından bir süre sonra işe olan odağımın günden güne arttığı, yapmadığım şeyleri daha rasyonel bir zemine oturtup üzerine gittikçe daha fazla yapabildiğimi fark ettiğim an, acının bir yakıt olarak kullanılabileceğini fark ettiğim aydınlanma anıydı. Tam o günden sonra içimdeki acıyı belirli bir yere kadar nasıl yönlendirebileceğimi anlamıştım. Yapmaktan korktuğum ve yapamadığım pek çok şeyi bu acı sayesinde tek tek başardım. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra olaylar durağanlaştı. Artık acıyı eskisi kadar iyi hissetmiyordum ve bu, hayatımın gittikçe sıradanlaşması demekti. Bir şey bulmalı ve tekrar bu ruh haline bürünüp ufak dopamin kazanımları ile daha büyük hedeflere doğru yol almalıydım. Kendimi tanıdığım için maddi ve manevi konuların aslında pek de canımı sıkmayacağını, materyalist bir insan olmadığım için birçok şeyi çok fazla önemsemediğimi biliyordum. Bir şey yapmalıydım ama ne?
O sıralar hayatımda, konuştuğum, şu an adını zikretmekten kaçındığım oldukça ilgimi ve dikkatimi çeken bir kadınla uzun bir tanışma serüvenindeydim. Sanırım bilinçsizce kendimi acıya şartladığım için ondan gelebilecek zararları hesaplamaya başladım. Ardından şüphe, kronik sayılabilecek güvensizlik duygularımın ortaya çıkışına şahitlik ediyordum. İşte, aradığım şey bu dedim. Bu acı beni yaydan çıkmış bir ok gibi ileriye fırlatacaktır. Kendim için aldığım not kitabına şu satırları yazdım: “Seninle olmak acı verici olacak, ama sensizlik hayatımdaki en büyük ödül olacak.”
Tabii ben bu notun varlığını uzun bir süre unutmuştum. Çok yeni gördüğüm için bu yazıyı yazma kararı aldım.
Ve gerçekten, o gün yazdığım gibi bu kişi ile olan bütün iletişimim, gerçek olgunluğumun oluşmasının başlıca nedenidir. Düşünce yapımın gelişmesi, anlama, empati yapabilmek gibi kavramlarımın eskiye nazaran bu kadar iyi olmasının sebebi tamamen bu olay örgüsüne bağlıdır.
Acı, eğer doğru şekilde kullanılırsa, on yıllar içerisinde yapabileceklerinizi 1-2 sene gibi çok kısa sürelerde yapabilmenizi sağlar. Düşünce biraz mazoşist bir yaklaşım gibi gelse de Aristoteles'in bu güzel sözünü yazıp denemeyi sonlandırmak istiyorum.
Ayrıca bu konu ile ilgili daha önce ufak bir podcast denemesi yapmıştım. podcast yazısına tıklayarak dinleyebilirsiniz.
Ayrıca bu konu ile ilgili daha önce ufak bir podcast denemesi yapmıştım. podcast yazısına tıklayarak dinleyebilirsiniz.
Neden, ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir?
Aristoteles, "Problemata", 30. cilt, 1. bölüm.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Agnostik açıdan dini ele alış:
Bu konuyu iki farklı açıdan ele alacağım. İlki din kavramının ispatlanamaz oluşu, ikincisi ise dışardan bir göz olarak din kavrayışlarının yanlış anlaşılması.
İspat üzerine: Yaşadığım coğrafya itibariyle konuyu İslam özelinde açıklayacağım (bu ateistler neden İslam'a saldırıyor düşüncesini açıklar sanırım.) Mucize olarak Ay'ı ikiye ayırması konusunu ele alacağım. Konu hadislerde ve Kamer suresinin ilk ayetinde geçiyor. Burada her şeye gücü yeten varlık Allah (sıfat itibariyle Allah denilmesi doğrudur çünkü Allah özel isimdir) Ayı ikiye ayırması ve onu tekrar iz bırakmayacak şekilde birleştirmesi teorik olarak doğrudur. Yani gücü her şeye yeten yaratıcılık sıfatıyla anılan varlığın bir ayı ikiye bölebilme ve birleştirme gücü tabii ki vardır bilimsel olarak kanıtlanamaz niteliktedir. Buradaki asıl konu "bilimsel olarak kanıtlanamaz" niteliktedir çünkü eğer bir mucize herhangi bir şekilde ispatlanabilir olsaydı, bu onu mucize olmaktan alıkoyar ve bilimsel doğru kılardı. Bilimsel olarak ispatlanmış bir olay, inanılmaya mecbur kılardı ve bu nedenle İslam literatüründe sınav olarak geçen dünya yaşamının hiçbir anlamı kalmazdı. Herkesin gözüyle gördüğü şeye inanması, bu dünyada kalben iman edenler arasında fark bırakmayacağı için bu sınavı geçersiz kılardı. Eğer Allah'ın varlığı tamamen kanıtlanabilseydi, zaten inanmamak gibi bir terim olmazdı. Bu nedenle iman edenler için cennet vaadi, iman etmeyenler için cehennem vaadi geçersiz olurdu. Bu nedenle din asla kanıtlanamaz, ispat edilemez, delil gösterilemez. Varlığı yokluğu hakkında bütün görüşler teorik düşünce ötesine geçemez.
Kavrayış üzerine: Eğer cehennem olmasaydı ve sadece cennet olsaydı, iman edenlerin kaçı ibadet etmeye devam edecekti sorusu bir dönem aklımı derinden kurcalıyordu. Bu konu ile ilgili Allah sevgisi ve vaad çıkar ilişkisini tanımlamaya çalışacağım. İslam üzerine teorik bir değişiklik düşünelim: Eğer İslam cehennem kavramını ortaya atmamış olsaydı, cennet için ibadet edenler gerçekten ibadet etmeye devam eder miydi? Konu itibariyle burada Allah'a duyulan sevginin koşulsuz bir şekilde ibadete sevk etmesidir; hiçbir vaade kulak asmadan doğrudan yaratıldığı ve var olduğu için Allah sevgisi gösteren ve bunun için ibadet eden kimse doğru yoldadır demektir. Allah'tan isteklerin maddiyatçı oluşu büyük bir yanlıştır. Başınıza gelen her şeyi kader sıfatıyla kabul etmeli, ondan sadece ona yakın olmanızı dilemeli, diğer dünyevi şeyleri bir kenara atarak sadece ona inanmalı ve ondan gelen her şeyi koşulsuz, isyansız ve şüphesiz bir şekilde kabul etmelidir. Benim mümin kavrayışım bu şekildedir.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hayatın anlam ve amacı üzerine;
açıklıyacağım bazı durumlar nihilizm ve diğer felsefik/ideolojik görüşler ile bağlam bakımından benzerlik gösterebilir, fakat hiçbir şekilde alıntı yapılmaksızın kendi yorumumdur.
İnsan ömrünün önceki safhalarında ortalama 32-39 yıl (Üst Paleolitik çağ) daha sonra bu yaş skalası 1950’li yıllardan 48 yıl, ardından 2018 itibariyle 72 yıl süresine çıkıyor. Varsayalım ki, 32-39 yıl ömrümüz olduğu Üst Paleolitik çağda yaşıyorduk.
Evlenme yaşını ergenlik dönemine kıyasladığımızda, 13-14 diyelim. 14 yaşında bir çocuğunuz olduğunda ve bu çocuk evlilik çağına geldiğinde, siz ömrünüzün son mevsimlerini yaşıyorsunuz demektir. Çocuğunuzu korumuş, türünüzün devam etmesi için gerekli koşulu sağlamış,
avcılık ve toplayıcılık yapıp gereken yaşam alanınızı korumuş ve beslenmiş, ölüme hazırsınız demektir. Şimdi gelelim günümüze, 30’lu yaşlarınızda evlendiğinizi düşünün ve şanslı bir insan olduğunuz gibi,
30 yaşında evlendiğinizde çocuk yapabildiğiniz bir çocuğunuz 30 yaşına geldiğinde, toplamda ortalama insan ömrü olarak size kalan, 2018 varsayımlarına göre 12 yıl daha var. Buna da güncel tabirle emeklilik döneminiz diyelim.
Şimdi konu itibariyle yapımız ve doğamız gereği hepimiz özel olmak isteriz. Bu nedenle nerdeyse hepimiz bir amaç ve anlam neticesinde hayata tutunmaya çalışırız. Bu yüzden kafamızı en çok meşgul eden şey, hayatın bir anlamı olup olmadığı sorusudur.
Birçok kez yaşadığımız varoluşsal sancıların sonucu ne olursa olsun, hep aynıdır, yani koca bir cevapsızlık. Bu nedenle insan ömrü, türünü devam ettirmek dışında, konuşulan anlam ve amaçlar koca bir yalandan ibarettir. Modern tıbbın gelişmesiyle beraber ömürlerimiz uzarken
sorduğumuz soruların miktarı artıyor. Bu nedenle, aslında yaşamamız gereken yaşlara geldiğimizde, bir takım psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyoruz. Bunların başında depresyon ve anksiyete geliyor.
Konuyu özetleyecek olursak, insan ömrü sağlık alanının gelişmesi ile belirli bir miktarda (iki kat) uzatılmış olsa da, zihnimizin uzun yaşamak ile ilgili problemini çözemedik.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Allah ve Düşünme Üzerine:
Allah'ın insanı sıfatlar ile düşünülmesi üzerine:
Genel olarak insan, düşünce eylemini somut şeylere dayandırır. Soyut bir şeyi düşünmek ve idrak etmek onun için güçtür; ki görmediğimiz veya hissetmediğimiz bir şeyi düşünmek, hayal etmek imkansızdır. (Kurduğumuz hayaller bile genellikle daha önce gördüğümüz, duyduğumuz veya tanıdığımız şeyler üzerine kuruludur.) Burada anlaşılması gereken konu şudur: Sıfırdan bir insan yüzü hayal etmek dahi muhtemelen imkansızdır, çünkü daha önce gördüğümüz yüzlerin bir sentezini yapmışızdır. Yani, bu bile imkansızdır. İnsan, görmediği veya işitmediği hiçbir şeyin hayalini kuramaz, sadece benzerlikler gösterebilir.
Şimdi tam bu noktada, insanın, görsel illüzyonlar gibi, görmeksizin duyduğu her şeyi zihninde canlandırdığını ve bu nedenle Allah'ı tanımlarken muhtemelen insani özelliklere atıfta bulunduğunu görüyoruz. Örneğin, klişe sorulardan biri olan "Allah varsa, Afrika'daki çocuklar neden aç?" sorusu, artık anlamsız bir soru haline gelmiştir. Bu, konunun anlaşıldığını gösterir. Vicdan, insanlara özgü bir duygudur. Allah'ın bir vicdan duygusu olmaması, onun vicdansız olduğu anlamına gelmez. Bu noktada, vicdan diye bir duygunun olmaması kastedilir. Bu genellikle insanların pek anlamadığı bir konudur, çünkü ateistler bile Allah'ı kibirli, egoist ve sadist olarak tanımlarlar, ancak bunların insan duyguları olduğunu düşünürsek, Allah bu duyguların ötesindedir; dolayısıyla, Allah'ı bu tür duygularla suçlamamız sadece kendi insan doğamızdan kaynaklanır.
Allah'ın Düşünmesi Üzerine:
Allah'ın sıfatlarında (Vücûd, Kıdem, Bekâ) ve en önemlisi Muhalefetün-lilhavadis: Allah, zatında ve sıfatlarında hiçbir yaratığın zat ve sıfatlarına benzemez. Düşünme eylemi yine insana özgü bir davranıştır. İnsan, düşünerek plan yapar, akıl yürütür, mantık kurar ve kavrar; hayalde kurabilir (opsiyonel). Bu nedenle, Allah, düşünebilen bir varlık değildir (hakaret anlamında değil). Şimdi her şeyi bilen, gören ve her yerde aynı anda olan Allah'ın düşünmesini düşünelim... Eğer Allah düşünme yetisine sahip olsaydı, bu, onu her şeyi bilen özelliğinden alıkoyardı. Tıpkı insanı yaratırken, "Orası böyle olsun, burası böyle olsun" diye düşünseydi, bu geleceği onun için belirsiz kılardı; ki bu, Allah'ın sıfatına aykırıdır. Yani, Allah düşünmez; bizim sahip olduğumuz özelliklere sahip değildir.