Yabancı

Çarşamba akşamları artık rutinim olan dansa gitmiş, sigarayı bırakmaya çalışmanın verdiği stres ile açıkçası çuvallamış, daha gergin ve stresli bir şekilde oradan ayrılıp evimin yakınlarında mantar gibi türeyen kahve zincirlerinden birinden soğuk kahvemi alıp oturmaya başladım. O sırada sigarayı düşünmemek için telefonumu çıkarıp arkadaşlarımı arayıp muhabbet etmek istiyordum. Lakin bütün arkadaşlarım bir şekilde meşgul. Hemen arkamda yerde uzanmış köpeğe bakıp gülümsemeye başladım.

Arka çaprazımda oturan, 160 boylarında, çiçekli bir yaz elbisesi giymiş, saçlarının kısmen sarıya boyatmış, ses tonu oldukça iyi olan ve hızlı konuşmasına rağmen diksiyon problemi yaşamayan kızın baktığım köpeğe doğru gelişini gördüm. Ben köpeği izlerken o çoktan köpeği mıncıklamaya başlamıştı bile. Bu arada kadın ile aramda tam üç köpek vardı. Nedense bana en yakın olan ve baktığım köpeği sevmeye gelmesi konuşma isteğini çağrıştırdı. Köpeğin üzerindeki tüylerin yumaklaşmış olan kısımlarını ustaca temizlerken, "Ona baktığın bir köpeğin mi var?" dedim. O da "Hayır, ama bu köpekleri on yıldır tanıyorum, uzun yıllardır bu civarda oturuyorum," dedi.

Bir taraftan köpeği sevmeye devam ederken diğer taraftan bana hayvan hakları ve şu an gündemde olan sokak hayvanlarının toplatılması ile ilgili bilgi akışında bulunuyor, neredeyse bombalıyordu. Meclis konuşmaları, propagandalar, asparagas haberler ve daha birçoklarını uzun uzadıya anlattı. Bu söylenenler karşısında iletişim kurduğum kişinin iyi bir insan olduğunu düşünmek çok zor olmasa gerek. Ama gel gelelim konuşmanın ilerleyen safhalarında olanlar üzerinden yeniden çıkarım yapalım.

Anlattığı Türkiye gerçekleri arasında torpil ile ilgili söylediği şeylerden sonra yakın bir polis tanıdığının olduğunu ve kendisinin torpilli bir polis olduğunu, bu nedenle dokunulmaz olduğunu belirtmiş. Ardından “hayvanlara eziyet edenleri” dövüp, dövdürüp videoya alıyormuş ve bunları sürekli izleyip gülümsüyormuş. Evet, bir kolluk kuvvetleri üyesinin yaptığı eylemi kendi düşüncelerine yakın gördüğü gerekçesi ile meşrulaştırmış oldu.

Peki, Irkçılık yapmış olmasına gelelim. Konu nasıl olduysa mültecilere geldi ve istemediğini dile getirdi. Bu konu Türkiye'de çok yüzeysel olarak bilindiği için özellikle “Mültecileri mi istemiyorsun, Arapları mı?” diye sorduğumda açıkça bir ırkı hedef göstererek Araplar dedi. Nitekim davranışlar ve eylemler ırka değil, kişiye özgü bir davranıştır; milliyet üst kavramdır, kişiler milliyetler altında yaşar ve yaptıkları davranışlar, milliyetlerini temsil etmez.

Gel gelelim diğer olaya, söylediğine göre bu olaylardan Tayyip'in haberi yokmuş ve etrafındakiler tarafından onaylatılan bir konuymuş. Zaten haberi olsa yapmazmış. Kendi değerleri ile seçtiği kişinin değerleri arasındaki farkı ancak bu şekilde örtüştürebilir olurdu. Haberi olmamak, bunu düşünmek ve inanmak çok masumca görünse de aslında seçtiği liderin ve ilgilendiği konunun kendisi için pratik bir zemine oturmasını sağlar ve bu ona ancak ve ancak kendini kandırması için yeni yalanlar sunar.

Konuşmanın sıklıkla tekrarlayan kısmı olarak, üstüne basarak bu ülkede sokak hayvanlarını istemeyenleri, kendisinin de ülkede istemediğini, 'Ben de onları istemiyorum, gitsinler' demesini duyuyordum. Kendini bu ülkenin asli unsuru gören beyaz Türk bu hanımefendi, id (alt benlik) duyguları ile kendini herkesten yüce görmekte, mantık ve sosyo-ekonomik durum olarak diğerlerini aşağıda görmekten asla kaçınmadı.

Benim bu konuda yaptığım çıkarım şu şekilde olur: Kişinin bir konudaki hassasiyeti nedeni ile o kişinin genel olarak iyi olmasını beklemenin hatalı olacağı düşüncesindeyim, hatta sokak hayvanları ile yaptığı konuşmalardan etkilendiğimi ve doğrudan işte bu “iyi bir insan” dememin pozitif bir önyargı olduğunu kabul ediyorum. Nötr başlayan konuşmanın önce iyi, sonra da kötüleşmesi hayat pratiklerimi bir kez daha gözden geçirmemin iyi olacağına karar vermemi sağladı. Sahi bir konuda çok iyi anlaştığım bir insanın neden çok iyi bir insan olduğunu düşünmem gerekir ki, belki de sadece o konuda iyidir, geriye kalan her şeyde kötüdür.
Bu konulardan sonra saat gece 00:00’a yakın bir süreyi gösterirken işletmenin kapanması gerektiğini söylediler. Kalkmak için hazırlandım ve bana iki gündür uyumadığını, bu kararı takip ettiğini belirtip kafamı şişirdiği için özür diledi. Ben de kendisine nezaketen bir yere gitmesi gerekiyorsa bırakabileceğimi ve yardımcı olabileceğim bir durumun olup olmadığını sordum. Teşekkür edip el sıkışıp vedalaştık.
Acı duygusunun olgusallığı üzerine
yazacağım bu deneme, hayat tecrübelerimin, çıkarımlarımın vegözlemlerimin nihai sonucudur.
Bir insan acı çekerek gelişebilir mi? Sorusunun cevabı kesinlikle evet olacaktır. Çünkü olmak istediğim kişiye varma noktasında acının bir yakıt olduğunu fark ettiğimde henüz üniversite çağındaydım. Yalnızlığın, aile özleminin, çocukluk arkadaşlarımın geride kalması dönemsel olarak inanılmaz bir melankoli haline bürünmem ve ilk şiirlerimi, deneme yazılarımı yazmaya başladığım dönemin örtüşmesi, ilerleyen süreçte fark edeceğim bir şeydi. Üniversiteden sonra şehir değiştirip İstanbul’a taşındıktan sonra hayatımın ciddi bir kısmını paylaştığım, birçok konuda ilklerimi yaşadığım insan ile yollarımızın ayrılması, üniversite dönemindeki gibi melankolik bir ruh haline bürünmem ve artık 8-5 çalıştığım için üzerimdeki sorumluluk ve henüz yeni başladığım işin ilerlemesi konusu benim için ciddi bir sıkıntıydı. Bir süre, "Acaba ben bu işi yapamıyor muyum? Yeteneksiz miyim, sanırım başaramayacağım" düşünceleri ve bu yol ayrımı eş zamanlı olarak ilerledi. Kederli ve kayıp hissediyordum. Yol ayrımından bir süre sonra işe olan odağımın günden güne arttığı, yapmadığım şeyleri daha rasyonel bir zemine oturtup üzerine gittikçe daha fazla yapabildiğimi fark ettiğim an, acının bir yakıt olarak kullanılabileceğini fark ettiğim aydınlanma anıydı. Tam o günden sonra içimdeki acıyı belirli bir yere kadar nasıl yönlendirebileceğimi anlamıştım. Yapmaktan korktuğum ve yapamadığım pek çok şeyi bu acı sayesinde tek tek başardım. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra olaylar durağanlaştı. Artık acıyı eskisi kadar iyi hissetmiyordum ve bu, hayatımın gittikçe sıradanlaşması demekti. Bir şey bulmalı ve tekrar bu ruh haline bürünüp ufak dopamin kazanımları ile daha büyük hedeflere doğru yol almalıydım. Kendimi tanıdığım için maddi ve manevi konuların aslında pek de canımı sıkmayacağını, materyalist bir insan olmadığım için birçok şeyi çok fazla önemsemediğimi biliyordum. Bir şey yapmalıydım ama ne?
O sıralar hayatımda, konuştuğum, şu an adını zikretmekten kaçındığım oldukça ilgimi ve dikkatimi çeken bir kadınla uzun bir tanışma serüvenindeydim. Sanırım bilinçsizce kendimi acıya şartladığım için ondan gelebilecek zararları hesaplamaya başladım. Ardından şüphe, kronik sayılabilecek güvensizlik duygularımın ortaya çıkışına şahitlik ediyordum. İşte, aradığım şey bu dedim. Bu acı beni yaydan çıkmış bir ok gibi ileriye fırlatacaktır. Kendim için aldığım not kitabına şu satırları yazdım: “Seninle olmak acı verici olacak, ama sensizlik hayatımdaki en büyük ödül olacak.”
Tabii ben bu notun varlığını uzun bir süre unutmuştum. Çok yeni gördüğüm için bu yazıyı yazma kararı aldım.
Ve gerçekten, o gün yazdığım gibi bu kişi ile olan bütün iletişimim, gerçek olgunluğumun oluşmasının başlıca nedenidir. Düşünce yapımın gelişmesi, anlama, empati yapabilmek gibi kavramlarımın eskiye nazaran bu kadar iyi olmasının sebebi tamamen bu olay örgüsüne bağlıdır.
Acı, eğer doğru şekilde kullanılırsa, on yıllar içerisinde yapabileceklerinizi 1-2 sene gibi çok kısa sürelerde yapabilmenizi sağlar. Düşünce biraz mazoşist bir yaklaşım gibi gelse de Aristoteles'in bu güzel sözünü yazıp denemeyi sonlandırmak istiyorum.
Ayrıca bu konu ile ilgili daha önce ufak bir podcast denemesi yapmıştım. podcast yazısına tıklayarak dinleyebilirsiniz.


Neden, ister felsefede ya da politikada, ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir?
Aristoteles, "Problemata", 30. cilt, 1. bölüm.
Agnostik açıdan dini ele alış:
Bu konuyu iki farklı açıdan ele alacağım. İlki din kavramının ispatlanamaz oluşu, ikincisi ise dışardan bir göz olarak din kavrayışlarının yanlış anlaşılması.
İspat üzerine: Yaşadığım coğrafya itibariyle konuyu İslam özelinde açıklayacağım (bu ateistler neden İslam'a saldırıyor düşüncesini açıklar sanırım.) Mucize olarak Ay'ı ikiye ayırması konusunu ele alacağım. Konu hadislerde ve Kamer suresinin ilk ayetinde geçiyor. Burada her şeye gücü yeten varlık Allah (sıfat itibariyle Allah denilmesi doğrudur çünkü Allah özel isimdir) Ayı ikiye ayırması ve onu tekrar iz bırakmayacak şekilde birleştirmesi teorik olarak doğrudur. Yani gücü her şeye yeten yaratıcılık sıfatıyla anılan varlığın bir ayı ikiye bölebilme ve birleştirme gücü tabii ki vardır bilimsel olarak kanıtlanamaz niteliktedir. Buradaki asıl konu "bilimsel olarak kanıtlanamaz" niteliktedir çünkü eğer bir mucize herhangi bir şekilde ispatlanabilir olsaydı, bu onu mucize olmaktan alıkoyar ve bilimsel doğru kılardı. Bilimsel olarak ispatlanmış bir olay, inanılmaya mecbur kılardı ve bu nedenle İslam literatüründe sınav olarak geçen dünya yaşamının hiçbir anlamı kalmazdı. Herkesin gözüyle gördüğü şeye inanması, bu dünyada kalben iman edenler arasında fark bırakmayacağı için bu sınavı geçersiz kılardı. Eğer Allah'ın varlığı tamamen kanıtlanabilseydi, zaten inanmamak gibi bir terim olmazdı. Bu nedenle iman edenler için cennet vaadi, iman etmeyenler için cehennem vaadi geçersiz olurdu. Bu nedenle din asla kanıtlanamaz, ispat edilemez, delil gösterilemez. Varlığı yokluğu hakkında bütün görüşler teorik düşünce ötesine geçemez.
Kavrayış üzerine: Eğer cehennem olmasaydı ve sadece cennet olsaydı, iman edenlerin kaçı ibadet etmeye devam edecekti sorusu bir dönem aklımı derinden kurcalıyordu. Bu konu ile ilgili Allah sevgisi ve vaad çıkar ilişkisini tanımlamaya çalışacağım. İslam üzerine teorik bir değişiklik düşünelim: Eğer İslam cehennem kavramını ortaya atmamış olsaydı, cennet için ibadet edenler gerçekten ibadet etmeye devam eder miydi? Konu itibariyle burada Allah'a duyulan sevginin koşulsuz bir şekilde ibadete sevk etmesidir; hiçbir vaade kulak asmadan doğrudan yaratıldığı ve var olduğu için Allah sevgisi gösteren ve bunun için ibadet eden kimse doğru yoldadır demektir. Allah'tan isteklerin maddiyatçı oluşu büyük bir yanlıştır. Başınıza gelen her şeyi kader sıfatıyla kabul etmeli, ondan sadece ona yakın olmanızı dilemeli, diğer dünyevi şeyleri bir kenara atarak sadece ona inanmalı ve ondan gelen her şeyi koşulsuz, isyansız ve şüphesiz bir şekilde kabul etmelidir. Benim mümin kavrayışım bu şekildedir.
Hayatın anlam ve amacı üzerine; 
açıklıyacağım bazı durumlar nihilizm ve diğer felsefik/ideolojik görüşler ile bağlam bakımından benzerlik gösterebilir, fakat hiçbir şekilde alıntı yapılmaksızın kendi yorumumdur.
İnsan ömrünün önceki safhalarında ortalama 32-39 yıl (Üst Paleolitik çağ) daha sonra bu yaş skalası 1950’li yıllardan 48 yıl, ardından 2018 itibariyle 72 yıl süresine çıkıyor. Varsayalım ki, 32-39 yıl ömrümüz olduğu Üst Paleolitik çağda yaşıyorduk.

Evlenme yaşını ergenlik dönemine kıyasladığımızda, 13-14 diyelim. 14 yaşında bir çocuğunuz olduğunda ve bu çocuk evlilik çağına geldiğinde, siz ömrünüzün son mevsimlerini yaşıyorsunuz demektir. Çocuğunuzu korumuş, türünüzün devam etmesi için gerekli koşulu sağlamış,

avcılık ve toplayıcılık yapıp gereken yaşam alanınızı korumuş ve beslenmiş, ölüme hazırsınız demektir. Şimdi gelelim günümüze, 30’lu yaşlarınızda evlendiğinizi düşünün ve şanslı bir insan olduğunuz gibi,

30 yaşında evlendiğinizde çocuk yapabildiğiniz bir çocuğunuz 30 yaşına geldiğinde, toplamda ortalama insan ömrü olarak size kalan, 2018 varsayımlarına göre 12 yıl daha var. Buna da güncel tabirle emeklilik döneminiz diyelim.

Şimdi konu itibariyle yapımız ve doğamız gereği hepimiz özel olmak isteriz. Bu nedenle nerdeyse hepimiz bir amaç ve anlam neticesinde hayata tutunmaya çalışırız. Bu yüzden kafamızı en çok meşgul eden şey, hayatın bir anlamı olup olmadığı sorusudur.

Birçok kez yaşadığımız varoluşsal sancıların sonucu ne olursa olsun, hep aynıdır, yani koca bir cevapsızlık. Bu nedenle insan ömrü, türünü devam ettirmek dışında, konuşulan anlam ve amaçlar koca bir yalandan ibarettir. Modern tıbbın gelişmesiyle beraber ömürlerimiz uzarken
sorduğumuz soruların miktarı artıyor. Bu nedenle, aslında yaşamamız gereken yaşlara geldiğimizde, bir takım psikolojik sorunlar yaşamaya başlıyoruz. Bunların başında depresyon ve anksiyete geliyor.

Konuyu özetleyecek olursak, insan ömrü sağlık alanının gelişmesi ile belirli bir miktarda (iki kat) uzatılmış olsa da, zihnimizin uzun yaşamak ile ilgili problemini çözemedik.


Aslında Caligula dünyanın kötü insanı değildi; 

en çok insan olanıydı, çünkü insan demek dürtü demek ve bunu bastırdığımız sürece hayvanlardan farklıyızdır. Kötü veya iyi subjektiftir; bu nedenle yasalarımız dürtülerimizin kontrolü üzerine kurulmuştur. Örneğin, bir aslanın
diğerini bölgesi için öldürmesi suç mudur, yoksa sadece hayvansal dürtü müdür? Bir insanın diğer insanı öldürmesi suçtur, çünkü hayvani dürtüler bütün anayasalarda suçtur. Yani kısaca insan olmak, hayvan olmak demektir. Birçok ideoloji, birçok yönetim biçimi bizi bu dürtülerden
koparmak için bilinçlice tasarlanmıştır. Uç örneklerde sosyalist ve komünist düşünceler, tamamen dürtüsellikten koparılmış insan yaratma potansiyeli taşır. Bir diğer örnek Nietzsche’nin ortaya attığı "ubermensch" kavramıdır; bu kavram, dürtüsellikten kurtulmuş, hayvani olan bütün

öğelerden arınmış insan olarak tanımlanır (benim çıkardığım yorumdur). Bu ve diğer örneklerin asla ulaşılamaz olması, bu tarz düşünce akımlarının ve ideolojilerin yıkılması demektir. İnsan dürtüsellikten kopamaz. Bu nedenle, insanlık kendini yok etmeye mahkum bir varlıktır



Allah ve Düşünme Üzerine:
Allah'ın insanı sıfatlar ile düşünülmesi üzerine:
Genel olarak insan, düşünce eylemini somut şeylere dayandırır. Soyut bir şeyi düşünmek ve idrak etmek onun için güçtür; ki görmediğimiz veya hissetmediğimiz bir şeyi düşünmek, hayal etmek imkansızdır. (Kurduğumuz hayaller bile genellikle daha önce gördüğümüz, duyduğumuz veya tanıdığımız şeyler üzerine kuruludur.) Burada anlaşılması gereken konu şudur: Sıfırdan bir insan yüzü hayal etmek dahi muhtemelen imkansızdır, çünkü daha önce gördüğümüz yüzlerin bir sentezini yapmışızdır. Yani, bu bile imkansızdır. İnsan, görmediği veya işitmediği hiçbir şeyin hayalini kuramaz, sadece benzerlikler gösterebilir.
Şimdi tam bu noktada, insanın, görsel illüzyonlar gibi, görmeksizin duyduğu her şeyi zihninde canlandırdığını ve bu nedenle Allah'ı tanımlarken muhtemelen insani özelliklere atıfta bulunduğunu görüyoruz. Örneğin, klişe sorulardan biri olan "Allah varsa, Afrika'daki çocuklar neden aç?" sorusu, artık anlamsız bir soru haline gelmiştir. Bu, konunun anlaşıldığını gösterir. Vicdan, insanlara özgü bir duygudur. Allah'ın bir vicdan duygusu olmaması, onun vicdansız olduğu anlamına gelmez. Bu noktada, vicdan diye bir duygunun olmaması kastedilir. Bu genellikle insanların pek anlamadığı bir konudur, çünkü ateistler bile Allah'ı kibirli, egoist ve sadist olarak tanımlarlar, ancak bunların insan duyguları olduğunu düşünürsek, Allah bu duyguların ötesindedir; dolayısıyla, Allah'ı bu tür duygularla suçlamamız sadece kendi insan doğamızdan kaynaklanır.
Allah'ın Düşünmesi Üzerine:

Allah'ın sıfatlarında (Vücûd, Kıdem, Bekâ) ve en önemlisi Muhalefetün-lilhavadis: Allah, zatında ve sıfatlarında hiçbir yaratığın zat ve sıfatlarına benzemez. Düşünme eylemi yine insana özgü bir davranıştır. İnsan, düşünerek plan yapar, akıl yürütür, mantık kurar ve kavrar; hayalde kurabilir (opsiyonel). Bu nedenle, Allah, düşünebilen bir varlık değildir (hakaret anlamında değil). Şimdi her şeyi bilen, gören ve her yerde aynı anda olan Allah'ın düşünmesini düşünelim... Eğer Allah düşünme yetisine sahip olsaydı, bu, onu her şeyi bilen özelliğinden alıkoyardı. Tıpkı insanı yaratırken, "Orası böyle olsun, burası böyle olsun" diye düşünseydi, bu geleceği onun için belirsiz kılardı; ki bu, Allah'ın sıfatına aykırıdır. Yani, Allah düşünmez; bizim sahip olduğumuz özelliklere sahip değildir.
Back to Top